Custom Search

Türk Yazı Dilinin Tarihi Gelişimi

19 Ocak 2013

Türkler, 6. yüzyıldan  itibaren değişik bölgelerde, farklı alfabelerle yazılı dil yadigârları  bırakmışlardır. Bu eserlerde din, alfabe, konu… gibi farklılıkların yanında  kullanılan malzemede de çeşitlilik vardır. Bunların bazıları taşlar üzerine,  bazıları ağaç kütüklerine, bazıları derilere, kâğıtlara yazılmıştır.

 ESKİ  TÜRKÇE

Köktürkler döneminden  itibaren yazılı metinlerle takip edilen ve gelişmesini 13. yüzyıla kadar tek  yazı dili olarak sürdüren Türkçedir. Bu dönemde  Türkçenin yayılma alanı ana  hatlarıyla kuzeyde Yenisey ırmağı çevresinden ve Moğolistan’dan başlayıp Doğu  Türkistan’ın güney sınırına; doğuda Mançurya’dan batıda Aral gölü ve Hazar  denizine kadar olan bölgeyi içine alan Orta Asyadır. Eski Türkçe; Köktürk, Uygur  ve Karahanlı dönemlerini içine alır. Birbirinden ayrı bölgelerde yeni kültür  merkezleri kuran bütün Türkler, hangi boydan olurlarsa olsunlar hep bu yazı  dilini kullanmışlardır.

Dil bilgisi yapısı  bakımından Köktürk, Uygur ve Karahanlı dönemi eserleri arasında önemsiz bir iki  fark dışında değişiklik olmamakla birlikte bu dönemde birbirinin yerine geçen ve  birbiri ardından kurulan Türk devletlerinde Türkçeye, devletin girdiği yeni  medeniyet dairesinden yabancı kelimeler girmiştir. Meselâ, Köktürklerden sonra  yeni bir medeniyet ve din arayışı içinde olan Uygur Türklerinin söz varlığında,  Sanskritçe kelimeler, Budizm ve Manihaizme ait Türkçe kelimeler görülmektedir.  Karahanlıların İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra ise Türkçeye, Arapça ve  Farsçadan yeni kelimeler girmiş, bunun yanında Türkçeden Müslümanlıkla ilgili  yeni kelimeler (yapı bilgisinde değişikliğe gitmeden) türetilmiştir. Bunlar  dışındaki söz varlığı ise ortaktır.

Kuzey – Doğu  Türkçesi, Batı Türkçesi

11. yüzyıla kadar  Altaylardan Hazar ve Karadeniz’in kuzeyine, hatta Orta Avrupa ve Balkanlara  doğru giden Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra ve İran devletlerinin de  ortadan kalkmasıyla 11. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak bugünkü Azerbaycan,  İran üzerinden Anadolu’ya doğru yönelmeye başlamışlardır. Sonunda 13. yüzyılda  Azerbaycan ve Anadolu yeni bir Türk yurdu hâline gelmiştir. Türklerin batıda  Anadolu’ya, kuzeyde Karadeniz’in kuzeyi ve batısına kadar yayılmaları, buralarda  yeni kültür merkezleri oluşturmaları, o bölge halkının ağzı ile eserler  yazmaları sonucunda Türk yazı dili çeşitlenerek yayıldığı bölgelere göre biri Kuzey – Doğu Türkçesi, diğeri Batı Türkçesi olmak üzere iki kola  ayrıldı. 13. yüzyılda Türkçenin ikinci bir yazı dili ortaya çıktığı için bu  yüzyıl Türkçenin bir dönüm noktası olarak da değerlendirilir.

KUZEY – DOĞU  TÜRKÇESİ

Orta Türkçe döneminde,  Eski Türkçenin bir devamı olarak 13. ve 14. yüzyıllarda Orta Asya ile Hazar  denizinin kuzeyindeki Türkler arasında kullanılan yazı dilidir. Eski Türkçenin  bir çok izlerini taşımakla birlikte yeni Türkçenin özellikleri de yavaş yavaş  şekillenmeye başlamıştır.

Kuzey ve Doğu Türkçesi  arasındaki farkların giderek artmasıyla bu yazı dili, 15. yüzyılda Kuzey  Türkçesi ve Doğu Türkçesi olarak iki kolda gelişmesini sürdürmüştür:

a) Kuzey  Türkçesi

Kıpçak Türkçesi ve Tatar  Türkçesi olarak da adlandırılan Kuzey Türkçesi, Hazar denizinin kuzeyinden  batıya doğru yayılan Türklerin kullandıkları yazı dilidir. Aslında bu yazı  dilinin Doğu Türkçesi yazı dilinden pek de farklı bir yanı yoktur. Ancak Kazan  ve çevresinde bilhassa 18. ve 19. yüzyıllarda gelişme göstermiştir. Bu dönemde  tarihî yazı dilini kullanan Türk gruplarının yavaş yavaş edebî dillerine kendi  ağızlarından kelimeler kattıklarını görürüz. Gaspıralı İsmail’in “Dilde,  fikirde, işde birlik.” uranı ile yayımladığı Tercüman  gazetesi Kazan Türkçesini İstanbul ve Taşkent  Türkçeleriyle birleştirmeyi amaçlamıştır. Bugünkü Kazan Tatarlarının,  Kırgızların ve Kazakların dilleri Kuzey Türkçesinin önde gelen kollarındandır.

b) Doğu  Türkçesi

Harezm-Kıpçak Türkçesinin  bir devamı olarak 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar gelişmesini sürdüren, Orta  Asya (yani Doğu) Türklüğünün yazı dilidir. Çağatayca olarak da adlandırılan bu  yazı dili, Sekkakî, Lütfî, Gedâî,  Ali Şir Nevâyî, Hüseyin Baykara, Şiban Han,  Muhammed Salih; Babür; Ebulgazi Bahadır Han gibi şair ve yazarlar tarafından  temsil edilir.

“Klâsik devir Çağatay  edebiyatının olduğu kadar, bütün Türk edebiyatının da en önemli şahsiyetlerinden  biri olan Ali Şir Nevâyî, Azerî ve Anadolu sahasında da okunmuş, Osmanlı  şairlerince üstat tanınmış ve XV. yüzyıldan bu yana şiirlerine pek çok nazire  yazılmıştır. Meydana getirdiği divan, mesnevi, tezkire, hâl tercümesi, tarih vb.  gibi değişik türlerde; musiki, aruz, dil, din vb. gibi farklı konularda kaleme  aldığı otuza yakın eser, klâsik Çağatay edebiyatının teşekkülünde ve  gelişmesinde büyük hizmet görmüştür.”

Ali Şir Nevâyî’nin  Türkçeyle Farsçayı karşılaştırarak Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu anlatan Muhâkemetü’l- Lûgateyn (İki Dilin Muhakemesi) adlı eseri dil tarihi  bakımından özellikle anılmaya değer niteliktedir.

Bugünkü Pakistan,  Hindistan ve Afganistan topraklarında 16. yüzyılın başlarında büyük bir Türk  devleti kuran Babür Şah, Çağatay şiirinin ve nesrinin güzel örneklerini  vermiştir. Babür Şah’ın Vekayi adlı eseri ise, dünya hatıra edebiyatının önemli  kaynaklarındandır.

17. yüzyılda Çağatay  Türkçesini temsil eden Ebü’l-Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türkî ve Şecere-i  Terâkime adlı eserleri meşhurdur.

Doğu Türkçesi günümüzde,  Batı Türkistandaki Modern Özbek Türkçesiyle ve Doğu Türkistanda Yeni Uygur  Türkçesiyle temsil edilmektedir.

BATI TÜRKÇESİ

Hazar’ın güneyinden batıya  uzanan ve Azerbaycan (Kuzey Azerbaycan ve Güney Azerbaycan), Anadolu, Adalar,  Rumeli, Irak ve Suriye’de konuşulan Türkçeye Batı Türkçesi denmektedir. Bugünkü  yazı dillerinin sınıflandırılmasında Türkiye Türkçesi, Gagavuz Türkçesi,  Azerbaycan Türkçesi ve Türkmen Türkçesi Batı Türkçesi grubunda yer almaktadır.  Türk yazı dilinin bu kolu Oğuz lehçesine dayandığı için Oğuz grubu olarak da  adlandırılır.

12. yüzyılın sonlarıyla  13. yüzyılın başlarından günümüze kadar kesintisiz olarak devam eden ve Eski  Türkçeden sonra oluşan Türkçenin iki büyük kolundan biri olan bu yazı dili,  Türklüğün en büyük ve en verimli yazı dilidir. Türkçenin diğer yazı dillerine  göre en çok gelişme gösteren koludur.

Bugün Batı Türkçesi; Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Gagavuz Türkçesi ve Türkmen  Türkçesiolmak üzere varlığını dört kolda devam ettirmektedir.  Türkmen Türkçesi, yüzyıllarca Doğu Türkçesinin etkisi altında kaldığından  Türkiye Türkçesine yakınlığı Azerbaycan Türkçesi kadar değildir. Gagavuz  Türkçesi de Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra edebî dil olma yolunda  büyük gelişmeler göstermektedir.

Türkiye Türkçesi, Batı  Türkçesinin ana kolunu oluşturur ve tarihî süreçte kendi içinde üç döneme  ayrılır:

a) Eski  Anadolu (Eski Türkiye) Türkçesi

13. yüzyılın başlarından  15. yüzyılın sonlarına kadar Anadolu ve Rumeli’de kullanılan, Oğuz temelindeki  Türkçe olup Batı Türkçesinin ilk dönemini oluşturur.

Eski Anadolu Türkçesi,  gramer şekilleri bakımından kısmen Eski Türkçeye bağlı olmakla birlikte, Kuzey  ve Doğu Türkçelerine göre hızlı bir gelişme gösterdiği için bu dönemde yeni  gramer şekilleri ortaya çıkmaya başlamıştır.

Eski Anadolu Türkçesini  Anadolu’daki siyasî ve sosyal gelişmelere bağlı olarak kendi içinde Selçuklu  Dönemi Türkçesi, Beylikler Dönemi Türkçesi ve Osmanlı Türkçesine Geçiş Dönemi  Türkçesi olmak üzere üç döneme ayırmak mümkündür.

Anadolu Selçukluları  döneminde bilim dili Arapça, resmî dil Farsça olduğu için Türkçeyle dinî, ahlâkî  özellikler taşıyan ve daha çok halka seslenen eserler yazılmıştır. Bu eserlerin  yazılmasında beylerin; kendi millî dil ve kültürlerine önem veren, Türkçe yazan  bilim adamlarını ve şairlerini koruyup destekleyen tutumları oldukça etkili  olmuştur. Bilhassa, Karamanoğlu Mehmet Bey’in 15 Mayıs 1277’de dellâl çağırtarak  yaydığı “Şimden gerü dîvânda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden  başka dil kullanılmayacaktır.” fermanı oldukça önemlidir.

Selçuklu devletinin  parçalanmasından sonra ortaya çıkan Anadolu Beyliklerinde ise beylerin de millî  geleneklere ve Türkçeye önem vermeleri sonucunda dil ve edebiyat açısından  verimli bir dönem başlamıştır. Bu devirde Selçuklu döneminin az sayıdaki  eserlerine karşılık yüzlerce eser meydana getirilmiştir.

Arapça ve Farsça  unsurların henüz fazla olmadığı bu dönemin Eski Türkçeden ayrılan özellikleri  olmakla birlikte bugünkü Türkiye Türkçesinin de temelini oluşturur.

b) Osmanlı  Türkçesi

Pratikte kısaca Osmanlıca diye de adlandırılan Osmanlı Türkçesi, 15. yüzyılın sonlarından  20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı devletinin sınırları içinde kullanılan yazı  dilidir.

Bu dönemin en belirgin  özelliği, Arapça, Farsça gibi yabancı dillerden oldukça fazla kelime ve gramer  şeklinin Türkçeye girmiş olmasıdır. Klâsik bir edebiyat oluşturma ve sanat yapma  anlayışıyla Türk yazı dili âdeta Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan  üçüz bir dil hâline getirilmiştir. Konuşma diliyle yazı dili arasındaki farklar  her geçen gün artarken bir tarafta konuşulan fakat yazılmayan bir dil; diğer  tarafta yazılan fakat konuşulmayan bir dil ortaya çıkmıştır.

Halka, halkın diliyle  seslenen halk şairlerinin yalın Türkçesi yanında sanat yapma endişesiyle sadece  belli bir zümrenin anlayabildiği, halkın anlamadığı, konuşmadığı unsurlar divan  şairleri aracılığıyla dile girmiştir. Bu durum 17. yüzyılda doruğa çıkmıştır.

Dilde ortaya çıkan bu  ikilikten kaynaklanan anlaşılmazlık sorunu, 17. yüzyılda mahallîleşme  hareketiyle yavaş yavaş çözülmeye başladı. Bu çözülme 18. yüzyıl boyunca ve  Tanzimat’a kadar devam ettiyse de Türkçe, yabancı kelimelerle yüklü ağır bir dil  olarak varlığını Batı Türkçesinin üçüncü dönemini oluşturan Türkiye Türkçesine  kadar sürdürdü.

c) Türkiye  Türkçesi

Batı Türkçesinin bugün  içinde bulunduğumuz üçüncü dönemidir. Türkiye Türkçesi teriminden, Türkiye  Cumhuriyeti’nin resmî dili olan ve bugün çok geniş bir alanda kullanılan Türk  yazı dili anlaşılır.

Ömer Seyfettin ve  arkadaşlarının (Ziya Gökalp,  Ali Canip Yöntem, A.Koyuncu) konuşma dilinden yeni bir yazı  dili yaratma amacıyla Genç Kalemler dergisinde başlattıkları Yeni  Lisan hareketi bu dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Yeni Lisan makalesinde bu hareketin amacı, “Millî bir edebiyat meydana getirmek için önce  millî bir dile ihtiyaç vardır. Bu dil konuşulan dil, İstanbul Türkçesidir. Yazı  diliyle konuşma dili birleştirilirse millî bir edebiyat ancak o zaman  dirilecektir. Bunun için de yapılacak tek şey dilde Türkçenin kurallarını  geçerli kılmak olacaktır.” şeklinde özetlenmektedir.

Türkçenin sadeleşmesinde  de önemli bir yeri olan Yeni Lisan  hareketinin gerçekleşmesinde bugün de  geçerliğini sürdüren ilkeler benimsenmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

  • Arapça ve Farsçadan  Türkçeye giren dil bilgisi kuralları ve bu kurallarla yapılan bütün tamlamalar  kaldırılmalıdır.
  • Dilimize Arapça ve  Farsçadan girmiş kelimelerle yapılacak yeni isim ve  sıfat tamlamaları, Türkçenin  kurallarına göre yapılmalıdır.
  • Yazı diliyle  konuşma dili arasındaki büyük ayrılığı kaldırmak için yazı dili konuşma diline  yaklaştırılmalı, İstanbul konuşması, yazı dili olmalıdır.
  • Bu ilkelerden yola  çıkarak taklit değil, yeni ve millî bir edebiyat meydana getirilmelidir.

Bu ilkelerden hareketle  yabancı kural ve kelimelerden hızla temizlenen Türkçe, Millî Edebiyat Akımıyla  da İstanbul ağzına dayanan bir yazı dili şeklinde gelişmesini sürdürdü.

“Türkiye Türkçesinin  gelişmesi içinde Yeni Lisan hareketinden sonra en geniş çalışma Dil inkılâbı’dır.  Dil inkılâbı, dil konusunu, önemi ve gelişme şartları bakımından çok yönlü ve  sağlam bir zeminde ele alma ve olgunlaştırma hareketidir. 1928’de Lâtin  alfabesinin kabulü, 1932’de Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk Dili Tetkik  Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)’nin kuruluşu bu hareketin önemli halkalarıdır. Bu  devrede Türkçeye devlet eli uzanmış ve Türkçeleşme hareketi devletin desteği ile  yürütülmüştür. Bu hareketin ana hedefleri şunlardır:

1. Yeni Lisan hareketinden  sonra da Türkçede kalmış bazı yabancı gramer şekilleri ve kelimeleri dilden  atmak,

2. Dili, milleti  birleştiren, millî kültür etrafında toplayan önemli bir varlık olarak görme  fikrini genişletmek,

3. Türkçeye, yapı ve  özelliklerine uygun bir gelişme zemini hazırlamak,

4. Türkçeyi eğitim dili  hâline getirmek,

5. Türkçeyi, ilim ve  kültür dili hâline getirmek,

6. Türkçeyi bir ilim kolu  olarak inceleme ve araştırma konusu yapmak,

7. Dile yeni kelime  katacak kelime türetme yollarına işlerlik kazandırarak, bu yolla dili  zenginleştirmek.

Dil inkılâbı ile Türkçede,  1940’lı yıllardan itibaren bir tasfiyecilik hareketi görülür. Zaman zaman  Türkçenin tabiî gelişmesinin önünü tıkayan bu tasfiyecilik hareketi artık hızını  kaybetmiştir. Fakat bugün Türkiye Türkçesi yeni bir tehlike ile karşı  karşıyadır. Bu da batı kökenli kelimelerin kullanılışının gittikçe artmasıdır.”

Azerbaycan  Türkçesi

Türkiye Türkçesiyle büyük  bir yazı dili ayrılığı göstermeyen Azerbaycan Türkçesi, esasen 16. yüzyıla kadar  Eski Anadolu Türkçesi içinde bir ağız olarak varlığını sürdürmüş, bu yüzyıldan  sonraki gelişmelerle bir lehçe görünümü kazanmıştır. Türkiye Türkçesi batı  dillerinden etkilenirken Azerbaycan Türkçesi, bir dönemdeki Sovyet hakimiyetinin  sonucu olarak Rusçadan; Güney Azerbaycan’ın İran sınırları içinde olması ve  komşuluk ilişkileri sebebiyle de Farsçadan etkilenmiştir.

Azerbaycan Türkçesi bugün  bağımsız bir devlet olan Azerbaycan Cumhuriyetinde, İran’daki Güney  Azerbaycan’da ve dağılan Sovyetlerdeki Azerbaycan Türkleri arasında bir yazı  dili olarak kullanılmaktadır.

Türkoloji Makaleleri Sayfasına Dön

Yeterli Gelmedi mi Sorun Değil Aşağıdaki Sayfamızla da İlgilenebilirsiniz 🙂

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.