Türk Dil Kurumu ve Düşmanlık Yasası
Ahmet Miskioğlu
Türk Dil Kurumu’nu 1983 yılında, “darbeci”ler, kapattılar. O darbeciler ki, -bugün kesinlikle anlaşılmıştır artık- 27 Mayıs ak devriminin öcünü alıyorlardı. Kurnazlığı hiç bilmeyen halkımız da iyi şeyler olacağını sanarak alkışlıyordu onları. Türk Dil Kurumu yok artık! Biz, Türk Dil Kurumu’nu yüreğimizde yaşatıyoruz. Yeni getirdikleri yasalara uygun olarak kurulan “Dil Derneği’nde, “Türk Dil Derneği“nde yaşatıyoruz.
Bu konuyu birçok kez yazdım. Artık yazmayayım diyordum. Ama olmadı işte. Televizyonda NTV’nin bir izlencesinde, kimsenin kimseyi konuşturmadığı, özellikle yöneticinin (Bayülgen miydi adı?), kendisi söyleyip kendisi güldüğü, herkesin sözünü kestiği bir izlencede Türk dilini, Türk Dil Kurumu‘nu sözümona ele aldılar.
Yusuf Çotuksöken vardı. Hakkı Devrim, Şükrü Halûk Akalın ve iki kişi daha… Konuşmacı, söze başlayıp sürdürürken, sözünü toparlayacağı sırada, yönetici, atılıp sözünü kesiyordu. Bu yüzden, derli toplu bir konuşma dinlenemedi. Ya da konuşmacılar hazırlıksız gelmişlerdi. Hazırlıklı olsalardı sözlerini kestirmezlerdi diye düşünebiliriz belki, izlencenin koşullarını bilmiyorum. Ama görünüş hiç de güzel değildi. Konuşmalar süresince, aslında birçok TV izlencesinde olduğu gibi, kimse kimseyi dinlemiyordu.
Türk Dili Dergisi’nde yeniden kimi şeyleri açıklayayım diye düşündüm
Kapatılan Türk Dil Kurumu’nun 500’den çok üyesinin geçen yirmi yıl içinde hepsinin öldüklerini mi sanıyorlar? Hepsi ölmemiştir, üyelerin çoğu yaşamaktadır. Yönetim kurulunun da üyelerinin çoğu yaşamaktadır. Onlar varken kimse kendini TDK başkanı sanmasın. Binleri kendisini sözüm ona TDK’ya başkan olarak atamaya kalkmış da olsa, ulusun vicdanında o hiçbir zaman TDK’nın başkanı olamaz. Çünkü özerk Türk Dil Kurumu’nda, “Genel Başkan”, üyelerce seçilirdi; “atama işlemi” diye bir güldürü oyunu yoktu.
Bugün atanmış birileri varsa, sözüm ona başkan olarak atanmışsa:
«Ben, böyle “gasp” edilmiş kurumda çalışamam,» demeli kabul etmemeli. Yapabileceği en onurlu davranış budur.
Geçen zaman içinde kimi atananlar, utanmadan kendilerine “TDK’nın asli üyesi” demeye bile başlamışlardı. Utanmazlığın çok çeşitleri varıdır.
Şimdi Türk Dil Kurumu’nun yaşayan üyelerine, asıl üyelerine örnek vereyim. Şu yazıyı yazarken hemen anımsadığım adları belirteyim: Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Tahsin Yücel, Şerafettin Turan, Sami Karaören, Aydın Koksal, Ahmet Kocaman, Bedia Akarsu, Kâmile İmer, Özer Soysal, Emin Özdemir…
Daha birçok ad var. işte Türk Dil Kurumu, bu bilim ve sanat adamlarının yönetimindeydi.
Türk Dil Kurumu, özerk, bağımsız, halka, halkın diline hizmet eden bir kuruluştu. Resmi bir kuruluş değildi. Atatürk’ün yasal olarak bıraktığı malvarlığıyla çalışıyor, hizmetler yapıyordu. Çok büyük saygınlıkları vardı. Bir yaptırım güçleri bulunmadığı halde, Türkiye çapında bir birlik sağlamışlardı.
Ne yaptı “darbeciler”; silahlı güçleriyle bu çalışmaları durdurdular, Türk Dil Kurumu’nu asıl iyelerinin ellerinden -sanki yurdumuzu işgal eden düşman bir güçtü onlar- aldılar ve kapattılar. Atatürk‘ün kalıtını çiğneyerek kapattılar. Yani evrensel yasaları çiğnediler. Yıl, 1983… Biz, bu olay karşısında “dehşet” içinde kaldık. En kutsal kurumumuza el atılıyordu. Kutsal dil, Arapça değildir, İngilizce değildir, Türkçedir bize göre.
Gerçekte, kapatılan Türk Dil Kurumu’nun asıl üyeleri, asıl “sahipleri”, sayıları 500’ü aşan bağımsız üyelerle yukarıda bir bölüğünün adını saydığım yönetim kurulu üyeleridir. Ve onlar yaşıyorlar. Ölmediler. Onlar görevlerinden de “istifa” etmiş değillerdir. Onlar varken, onlar sağken “Ben Türk Dil Kurumu’nun başkanıyım” diyemez kimse. Diyecek olursa, onuru leke alır bize göre.
Türk Dil Kurumu’nun asıl üyeleri, gerçek üyeleri görevlerini sürdürüyorlardı. Başarı ile sürdürüyorlardı, “insan usu”na göre, insanın mantığına göre, yeryüzündeki her devletin yasalarına göre, asıl üyeler, asıl yönetim kurulu üyeleri onlardır. Bugün de, Türk Dil Kurumu’nun asıl “sahipleri” onlardır.
Bu sözümü, bu gerçeği, ışıklar içinde yatsın, Şükran Kurdakul uluslararası PEN Kulübü Türkiye Başkanı bulunduğu yıllarda PEN Kulübü adına düzenlediği Türk Dili Bayramı’nda da bağırarak söylemiştim, “gasp” etmenin çirkinliğini sergilemeye çalışmıştım. Çünkü o sıralarda Dolmabahçe’de Kurum’un sahiplen olduklarını sanan “gaspçı’ların kuklaları da toplanmıştı. Türk Dil Kurumu’nun “sahipleri” değillerdi ama, Atatürk’ün kalıtının yiyicileriydiler. Onlar bu hırsla toplanmışlardı, biz bunu biliyorduk.
Prof. Dr. İsmet Sungurbey de yasal durumu, evrensel yasayı derin hukuk bilgisiyle çok güzel açıklamıştı o gün. Demişti ki: «Dünyanın her toplumunda bir adamın son isteği kutsal sayılır. Bu kutsal isteği de çiğnediler. Şimdi bu o kadar çok hukuk ilkesini birden yıkıyor ki, h ir taşla birçok kuşu devirir gibi. Bir kere, anayasamızda herkes mülk iye t ve miras hakkına sahiptir diye bir madde var. ‘Bonn Anayasası ‘ndan alınmış. Doğru unlunu, herkes mülkiyet güvencesine, miras güvencesine sahiptir.»
Sungurbey, uzun uzun açıkladı. Mülkiyet hakkının, miras hakkının nasıl çiğnendiğini anlattı.
Evrensel hukuka göre, durum, er ya da geç düzelecektir.
Bu, bilinmelidir. Haksız işlemi sürdürmekte olanlar anlamalıdırlar. Çok zaman geçmiş olduğunu düşünerek “yutturacaklarını” sanmamalıdırlar. Er ya da geç hak geri alınacaktır. Güldürü oyunu oynayarak Atatürk’ün kalıtı üzerine oturmuş olanlar, bilmelidir ki, evrensel hukuk, Prof. Dr. İsmet Sungurbey’in yorumladığı gibi er ya da geç yerine gelecektir.
NTV izlencesinde, Sayın Yusuf Çotuksöken, TDK’nın 1932 ile 1983 yılları arasındaki etkinliğinin bambaşka olduğunu söyledi ama, daha güçlü ve ısrarlı bir tonla vurgulamasını beklerdik. Her konuşmasında, her yazısında doyurucu açıklamalar yapmış, yapabilmiş olan sevgili arkadaşımız, bu kez TV izlencesinin olumsuz koşulları içinde kalmış oldu. Hepimize geçmiş olsun. Kendini TDK başkanı sanan sayın yazıklı Halûk Akalın da “Yasadır masadır, şöyledir böyledir” diyerek baskın çıkmaya çalıştı. Herkesin tepesi attı bu duruma.
Hangi yasa? Evrensel hukuka aykırı yasa mı olur?
Bu tür yasalara bugün ben, “düşmanlık yasası” diyorum.
Düşmanlık yasasına da en tipik örnek, İsviçre’nin çıkardığı soykırım yasasıdır. Bu yasaya dayanarak Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu’nu Uluslararası Polis Örgütü aracılığıyla arıyorlarmış. Suçu ne? Yaptığı bilimsel açıklama… Ama, Halacoğlu’nun yanıtı çok güzel:
«Bilim adamlarının, arşivlerle söylediklerinden dolayı mahkûm edilmesi, ancak Ortaçağda olabilirdi.» diyor.
İşte böyle, Atatürk‘ün “vasiyetini”, Atatürk’ün mülkiyet hakkını çiğneyen bu TDK yasası da Türk aydınlarına uygulanmak istenen haksız, yanlış ve düşmanca düzenlenen soykırım yasaları gibi ”düşmanlık yasası”dır bizce.
Bir de, sayın yazıklı Halûk Akalın’a kaç kişi oldukları soruldu. O da “İki kişiyiz” diye yanıtladı.
Bize göre Sayın Akalın, iki kişilik ekibiyle TDK’nin değil “Dil Akademisinin başkanı olmalıdır; bulunduğu yeri beş yüz kişiden daha çok olan asıl sahiplerine bırakmalıdır. Kendisini oraya atayanlara, şöyle bir açıklama yapmalıdır:
«Benim onurum var, başkasının “gasp” edilmiş yerine oturamam.» demelidir.
Doğrusu, olduğu gibi söyleyeyim, ben 1983’ten beri “kerli ferli” adamların, buraya atandık diyerek, utanmadan başkalarının yerine gelip oturmalarına şaşmaktayım. Hele kimilerinin yine utanmadan:
“TDK’nın asli üyesiyim!” diyerek de kurum kurum kurulmalarına daha çok şaşmışımdır. Usuma sığdıramamışımdır.
Son olarak şu gerçeği de açıklamak gerekir:
“İstifa” etmediğine göre, -bütün hukukçuların söylediği gibi- Türk Dil Kurumu’nun başkanı Prof. Dr. Şerafettin Turan’dır. Gene “istifa” etmediğine göre, Türk Dil Kurumu’nun ikinci başkanı Prof. Dr. Bedia Akarsu’ dur.
Beş yüz kişiden çok üye ve yönetim kurulu üyeleri onları seçmiştir. Evrensel hukuka göre bu, böyledir.
Bir başkası “Ben başkanım” demeye utanmalıdır.
Biz, düşmanlık hukuku değil, gerçek evrensel hukuk istiyoruz.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.