Custom Search

Türkçenin Matematiği

18 Ocak 2013

Türkçe  üzerine bir matematik modelleme ve bunun olası sosyal yansımaları üzerine bir  zihin jimnastiği “Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı. Türkçe’yi en zengin  kullananlardan Yaşar Kemal’in romanları 3.500 kelimeyi geçmez” görüşü çok  yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe‘nin Fransızca’ya oranla daha az sözcük  içerdiği doğrudur. İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya oranla da daha az  sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe’nin daha yetersiz bir dil  olduğu anlamına gelmez! çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir  dildir! Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği  yoktur. Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında  minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı  kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle  değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını  öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya  dayalıdır. Türkçe’de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle  içindeki konumları belirler. Tam bu noktada, Türkçe’nin, referans olmak üzere  sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile  öne sürülebilir. İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta”  yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu  doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye  kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası  olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki  farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta: 3+5= 12+5= 38+5= yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5” yazdığı halde! Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak” ifadesi  geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe’nin az araç ile çok iş  yapmasının sırrı matematikte yatar. 0’dan 9’a kadar 10 tane rakam, artı, eksi,  çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15  simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir.  Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık  değiştirmiş halidir. Türkçe’deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul  yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra  Türkçe’ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş  kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliyor olması demektir. Bu tıpkı birinci  dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece  “x=6”, “y=23” olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl  çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir. Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul ekleri  için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil “boots” olur.  Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir. Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek  gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği  “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi gibi birkaç minör  istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna  inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları  matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından  yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak  olduğu için de yalnızca 0 ve 1’leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde  [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır. Kelime kökü çoğul eki matematik ifade: ev ler evler 1.0 0.1 1.1 Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı  artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul  olanlar ise 1.1’dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek  bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir  şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi  karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?”  türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de,  neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir. Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade kırmızı 0.1.0 kıp kırmızı 1.1.0 kırmızı msı 0.1.1 kıp kırmızı msı 1.1.1 Türkçe’deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu  kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte  bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile  türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı +msı;  [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır.  Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan  herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur. Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3,  zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade  edecek:
011 = ben 010 = sen 000 = o 111 = biz 110 = siz 100 = onlar 00 = geniş zaman 11 = şimdiki zaman 10 = gelecek zaman 01 = geçmiş zaman

kök kişi matematik ifade
yeterlilik Oku (y)abil di m = 1.1.0.01.0.0.011 olumsuz Oku (y)a ma z mış sın = 1.1.100.0.1.010 zaman Gel me (y)ecek ti = 1.0.1.10.1.0.000 zaman Git me di k = 1.0.1.01.0.0.111 hikaye Şaşır abil ecek ti niz = 1.1.0.10.1.0.110 rivayet Bil (i)yor lar = 1.0.0.11.0.0.100 kişi tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li  geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir,  emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi. Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) Sıralaması da rasgele  değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi)  izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer  öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme  yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi  oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik  değere sahip olduğu varsayılabilir. “dün ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli  bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri  taşıyacaktır. Cümle matematik değer 0001 matematik değer 0011 matematik değer 0111 matematik değer 11111 dün ahmet camı kırdı. 2 dün camı ahmet kırdı. 3 ahmet dün camı kırdı. 4 ahmet camı dün kırdı. 5 camı dün ahmet kırdı. 6 camı ahmet dün kırdı.

 Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir: 1. Cümle: dün ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu. 2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil ahmet kırdı (suçlu ahmet!). 3. Cümle: ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu). 4. Cümle: ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması  gerekiyor olabilirdi). 5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise ahmet. 6. Cümle: camı ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.
Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı”  olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) Sadece  yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001’den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise  hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin  matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman  belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında  diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip – passive mode  kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe  konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar. Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir.  Türkçe’nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. Türkçe’nin bu  özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun  kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı  mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa  farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil  karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı  olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki  ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve  sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu  güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. “Türkçe çok  lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu  özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe  teknik açıdan mükemmel bir dildir. Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki  Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü,  eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde  vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya  “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür.  Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya  “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır.  Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır.  Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir),  anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek  gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. Türklerin büyük paradoksu işte  buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı  kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi  oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları  ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda  muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki,  başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası,  gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde,  kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli  kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini  ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem  de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun,  döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu  yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve  gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada  doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı  etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil,  gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu.  Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında  yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu  gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da  farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları  birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin  kurallarını öğrenmeye başlarız.
Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan,  olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani  kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle “sezdikleri gibi  algılamaya” yönelirler.
Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş  olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki  kodlar ne kadar “herkesçe bir örnek” algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya  değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden  batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da  belirginlik kazanabilir.

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm  iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan  göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir  sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin  sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat aydınları ve  Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının  nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi  düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce  sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş  olduklarından başarısız kalmışlardır.
Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin  kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir  ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları  her şeyden daha önemlidir.

Yazan: Ahmet Okar

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.