Dil ile Din
H. Cem KANIBİR
Türkbilimci
-1-
Din Dili ve Türkçe
Durum :
Din yoluyla, çok yaygın ve Türklüğü tehdit edecek boyutlarda Arap milliyetçiliği yapılmakta pek çok Türk, son derece içten ve temiz inançları olmasına karşın bilgisizlik yüzünden bu oyuna alet olmaktadır.
Türklerin Müslümanlığı Benimseme Dönemlerinde Türkçe :
Araplar Müslümanlığı yayma savaşlarında, Fars ülkesini (İran’ı) ele geçirdikten sonra Türk bölgelerine ulaşmaları sırasında ilkin çetin bir direnişle karşılaşılmıştır. Daha önce Abbasi halifesi Memun döneminde (805-807), Türklerden saray kolculuğu birliği kurulmasıyla başlayan Türk-Arap ilişkileri, Oğuz boylarının Müslümanlığı benimsemesi (920-950) ve Karahanlıların Müslüman Türk devleti olarak örgütlenmeleriyle (960) Türklerin kitleler halinde Müslüman olma sürecine dönüşmüştür. (Ü. Hassan, Osmanlı Devletine Kadar Türkler, [Açıklamalı bir kronoloji], Cem Yayınevi, 1987)
Müslümanlaşma sürecinde Türkler, hızla Batı ülkelerine doğru yayılmaya, yeni yurtlar edinmeye ve bu arada kendi kültürlerinden oldukça farklı Acem ve Arap kültürlerinin etkisine girmeye başlamışlardır. Kısa bir süre sonra Müslüman Türkler ile henüz Müslümanlığı benimsemeyen Türkler arasında kültür uçurumu oluşmaya başlamıştır. Müslüman olan Türkler, yeni bir dini benimsediklerinden doğal olarak Şamanlık, Budacılık, Manicilik gibi eski dinleriyle ilintili kültürlerini kafirlik sayıp toplum belleklerinden silmeye çalışmışlardır. Türklük anlayışı, Atatürk’ün büyük uyandırışına dek, yerini yavaş yavaş ümmetçilik anlayışına bırakmıştır. Örneğin, Müslüman Oğuz Boyları “Türkmen’’ adıyla anılmaya başlanmışlar; Müslümanlığı henüz benimsememiş öteki Oğuzları kendilerinden saymamışlardır. Oysa söz konusu din kaynaşmasında Arapların ve Acemlerin tavrı oldukça farklıdır.
Müslümanlığı kendi soylarının dini sayan Araplar, Kuran dilinin Arapça olması gerekçesine dayanarak Arapçayı Müslümanlığın yayıldığı her yerde egemen kılmaya çalışmışlardır. Bu akım Emeviler döneminde çok güçlenmiş, Arapların en büyük devlet başkanları saydıkları Halife Abdülmelik (685-705) zamanında, Arap Dili, İslam İmparatorluğunun resmi dili yapılmıştır. Kutsallaştırılan Arap dili etkisiyle kimi uluslar, (örneğin Mısır Kıptileri, Irak Aramileri ve Kuzey Afrika Berberileri) tümden Araplaşmışlardır. (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s.1102, Tekin Yayınevi, 1990)
Bu arada birtakım Türk boylarından Arap bölgelerine gidenler, örneğin Suriye’ye giden Türkler, dillerini unutarak Arapça konuşmaya başlayıp Araplaşmışlardır. (Günümüzde Hatay ilinde yaşayan ve Arap olduğunu sananların büyük çoğunluğu bu durumdadır. Çünkü yaşlılarının dilinde çok sayıda Orkun Türkçesi sözcüğe rastlanmaktadır.) Müslümanlığı benimseyerek Arap kültürü etkisine giren başka soydan bilginler, İslam Dünyasının bilim dili durumuna getirilen Arapçaya hizmet etmeye başlamışlardır. Örneğin Ünlü Türk filozofu Farabi bile (870-950), Yunanca felsefe terimlerine Arapça karşılıklar türetmiştir.
Türkler, Müslümanlığı benimsemeye başladıkları ilk yıllarda, din terimlerini Arapça ya da Farsçadan almaya çok da eğilim göstermemişlerdir. Çünkü daha önce benimsedikleri Zerdüşt ve Mani dinlerinde İslam dininin kavramlarının birçoğuna karşı gelen din terimlerine Türkçe karşılık türetmişlerdi ve tıpkı Arapların yaptığı gibi var olan terimlerden uygun olanlarını yeni dinin terimlerine karşılık olarak kullanıyorlardı. (Arapların, İslam’ın yeryüzüne inmesinden önceki dönemdeki, putataparlık zamanlarındaki Arapça terimlerden pek çoğu aynı zamanda İslam terimi olmuştur. Bu sözcüklerin kapsadığı kavramlar da İslam anlayışına göre algılanmaya başlamıştır.) 10. yüzyılda, Karahanlılar döneminde yapılmış Kuran-ı Kerim çevirisindeki din terimleri öz Türkçedir. (Bu çeviride, Kuran-ı Kerim’de bulunan 2.500 dolayındaki sözcükten yalnızca 9 tanesinin Türkçe karşılığı kullanılmamıştır. Geri kalan yaklaşık 2.491 İslam terimi tümüyle öz be öz Türkçedir.)
Ancak ne yazık ki bir süre sonra bu anlayıştan yanlış olarak sapılmış, Türk Dili, Arapça ve Farsçanın yoğun etkisine girmiştir. Türk seçkinleri arasında yazışma dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak Farsça hızla yayılmaya başlamıştır. Oysa Müslümanlığı benimseyen Acemler (Farslar), kendi dillerini korumasını bilmişler, din terimlerinin Farsça karşılıklarını kullanmayı sürdürmüşlerdir. Türkçeye giren İslam din terimlerinin birçoğu Arapça değil Farsçadır. (Örneğin, namaz, peygamber, Rab sözcükleri Farsçadır.)
İranlıların, İslam’ı bahane ve alet ederek gelen Arap kültürü etkisine boyun eğmeyişi ve geliştirdikleri tavırlar, ulusal dilin korunup geliştirilmesi bakımından dikkate değerdir. Emevilerin yerine Abbasilerin egemenlik kurmasına katkıda bulunan Horasanlı Ebu Müslim (Türk kökenli olduğu sanılır), “Şüubiyye” görüşünün Arap olmayan Müslümanlar ve bu arada özellikle Acemler arasında benimsenmesine öncülük etmiştir. İslam’ın ilk dönemlerinden başlayarak Arap kökenli Müslümanları “hürr’’ (özgür), Arap kökenli olmayan Müslümanları ise “mevali’’ (mevla’lar : bağışlanmış köleler) sayan Arap İslam Devleti, öteki budunların (kavimlerin) üzerinde baskı oluşturmuştu. Arap kadınların, dengi sayılmadıkları Arap kökenli olmayanlarla evlenmesi yasaklanmıştı. Arap yönetimleri, Arap kökenli olmayanları ikinci sınıf Müslüman sayıyorlardı. (D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s. 1103, Tekin Yayınevi, 1990.), (Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 150, MEB. Yayınları, 1992), (P.K. Hitti, Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi, s.617, Cilt 1, İlahiyat Fakültesi Vakfı), (O. Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü, s. 594, Remzi Kitabevi, 1984)
Arap budunu (kavmi) üstünlüğü görüşüne karşıt olanlar, “Şüubiyye’’ adıyla örgütlenmekteydiler. Ünlü Türk bilgini Biruni (973-1051), bu anlayışı destekleyenlerdendir. Şüubiyye yandaşlığı İran’da ulusal kültürün ve ulusal dilin korunup gelişmesinde etkili olmuştur. Nitekim, İran’ın ulusal şairi Firdevsi, İlkçağ İran düşüncesini ve inançlarını savunmuş, Arapları ağır dille yermiştir. 1010 yılında Horasan’ın Türk hükümdarı Gazneli Mahmut’a sunduğu, 60.000. beyitlik “Şehname’’ adlı Farsça mesnevisinde, İran mitolojisini yüceltmiş, Araplarıysa aşağılamıştır. Firdevsi Şehnamede : “Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key’lerin (eski Fars hükümdarları Keykubat, Keykavus, Keyhusrev v.b.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu senin yüzüne kahbe felek tuu!’’ demektedir. (Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, s.64, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1989)
Ortaçağdan Bugüne Türkçe ve Din :
Osmanlı hazinesinden beslenen, “arpalıkları’’ ele geçirmek için her türlü dolana başvuran yozdinselci (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır) “ulema-yı rüsum’’dan bazıları (resmi din adamları), çağın bilimlerinin Osmanlıya aktarılmasını önlemişlerdir. “Kadızadeliler’’ adlı din adamı zümresi, dini siyasete alet aracı durumuna getirmiş; insanlar üstünde etkinlik kurma yöntemi olarak olarak ilk kez sistemli biçimde kullanmaya başlayan grup olmuştur. (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988), (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 3.Cilt, 1.Kısım, [Sofiye Ricali ve Kadızadeliler], Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983)
Bu grup ve türevleri, din dilinin Türkçe olmasına karşı çıkarak halkın din bilgilerinin doğrusunu öğrenmesini engellemişler ve hâlâ da engellemektedirler. Bu yolla kendi yoz anlayışlarını yaymışlardır ve yaymaktadırlar.
Bu tür din adamı tavrının çok eski tarihsel geçmişi vardır : M.Ö. 3.000 yıllarında Sumer din adamlarının kurduğu dinin dili olan Sumerce, M.Ö. 2.400 yıllarından sonra Akad ve Babil rahiplerince, halkın konuşma dili değişmesine karşın, din dili olarak Hz. İsa’nın doğum yıllarına dek korunmuştur. Hıristiyan rahipleri de, yine aynı anlayışla, İncil’in eski diller Grek ve Latinceden, konuşulan halk dillerine çevrilmesine karşı çıkmışlardır. 16. yüzyılda, İncil’i ulusal dili Almancaya çeviren din adamı Luther, büyük tartışılara neden olmuştur. Akılcılığın ve bilimin Avrupa’da önem kazandığı “Aydınlanma Dönemi’’, İncil’in ulusal dillere aktarımıyla başlamıştır.
Kuran-ı Kerim’in başka dillere çevrilmesiyse yobaz din adamlarınca engellenmiştir; engellenmektedir. (Bunun sonuçlarından biri de dünyada İslam inancına sahip olan insanların Hıristiyanlara oranla çok daha az sayıda kalması ve misyonerlere çalışma alanı oluşturmasıdır.)
Saka (İskit) asıllı İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin, Arapça olmayan dille ibadet edilebileceği yolunda fetva vermesi (kimi yazarlara göre bu görüşünden sonra caymıştır), Hanefiliğin yaygın yandaş bulduğu 800-1200 yılları arasında başka ulusların İslam’ı kendi dillerinde okuyup anlama kolaylığı sağlamıştır. (Cengiz Özakıncı, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din, s. 106, Bellek Yayınları, 1994)
Daha sonraları, Fatih Sultan Mehmet’in çağdaşı, Türkmen Beyi Akkoyunlu Uzun Hasan, Kuran-ı Kerimi Türkçeye çevirtip huzurunda zaman zaman okutmuştur. (T. Akpınar, Türk Tarihinde İslamiyet s.157, İletişim Yayınları, 1994)
Oysaki Osmanlıda yobaz görüş Cumhuriyet’e dek sürmüştür. (Osmanlı elbetteki bizim atamızdır. Ancak yanlışlarından ders; doğru işlerinden örnek alınmalıdır.)
Üstelik 20. yüzyılın başlarında Araplar bile bayrı (kadim, eski) Arapça dilde yazılı olan Kuran-ı Kerim’in çağdaş Arapçaya çevrilmesini istemekteydiler. Aydın Arap din bilginleri bile Kuran-ı Kerim’in başka dillere çevrilmesinin uygun olacağını savunuyorlardı. Mısırdaki ünlü İlahiyat Üniversitesi Cami-ül Ezher’de öğretim üyesi Prof. Ferid Vecdi bunların arasındaydı. (H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken Yayınları, 1979)
Söz konusu görüşlere karşı çıkanların başındaysa Osmanlı uleması gelir. Sonuncu Osmanlı Sultanı Vahidettin döneminde, Damat Ferit Paşa’nın Bakanlar Kurulu’nda Şeyhülislam görevini üstlenmişken Anadolu’daki kurtuluş hareketine katılanlara daha sert davranılması isteği yerine gelmediği için bu görevden çekilen ve de Vahidettin’le birlikte İngilizlere sığınan Tokatlı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve onun gibi niceleri, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Mısır’da Arapça olarak yazdığı “Kuran’ın Tercüme Meselesi’’ adlı betiğinde (kitabında) görüşlerini savunmuştur. Din adamlarımızın Arapça ibadet diretmesi, günümüzde bile aşılamamış Türkçenin gelişimine, Türklük bilincine son derece zararlı bir anlayıştır.
Dini kendi çıkarlarına alet eden yobazlar (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır), matbaa makinesinin ülkemize gelişine “Şeran caiz değildir.” diyerek karşı çıkmış; Türkçe yayın birikimini ve dolayısıyla aydınlanmayı geciktirmişlerdir. En sonunda 1727 yılında, din adamlarının matbaa makinesine izin verdiği Şeyhülislam fetvasında, din ve şeriat kitaplarının basılmaması koşulu konulmuştur. (A. Sayılı, Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, s. 45, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994)
Abdülaziz döneminde Türk Dili’nin ateşli savunucusu olan, “sarıklı ihtilalcı’’, “baş veren inkılâpçı’’ Ali Suavi, yaşamı, düşünceleri, eylemleriyle bir Türk Volteyr’i (Voltaire’i) işlevi üstlenmiştir. Suavi meslek yaşamına bir din adamı olarak başlamış olmakla birlikte ibadetin Türkçeleştirilmesini ve namaz surelerinin Türkçeye çevrilmesini önermiştir. (H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.76, Ülken Yayınları, 1979)
II Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın yönlendirmeleriyle, devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemişse de Sait Paşa’nın, “Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar.’’ diyerek karşı çıkması üzerine bu isteğinden vazgeçmiştir. (İ. Ulçugür, Agah Sırrı Levent, s. 195, TDK Yayınları, 1982)
Ancak yine de “Arapça güzel dildir, resmi dil keşke Arapça kabul edilseydi. Arapçanın resmi dil olmasını ben önerdim. O zaman Sait Paşa başkatip idi; direndi. Sonra Türklük kalmaz dedi O da boş laf idi. Neden? Tersine Araplarla daha sıkı bağlanmış olurduk.” demekten de kendini alamamış; Kuran-ı Kerim’i Türkçeye çeviren hocaları mahkemeye vermekten de geri kalmamıştır. (H.S. Payzın, Tarihte Dil, Yazı, Buluş ve Toplum, s.161, Doğruluk Matbaacılık, 1992.)
Türkler Arapları “Kavm-i Necip” (Yüce toplum) ve Arapçayı da “Mübarek ve mukaddes dil” sözleriyle kutsarken 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap Dil Kurultayı, Türkçe kökenli 3.600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında “sarık” örneği Türkçe dinsel çağrışımlı sözcükler de vardır. Ancak Osmanlı kültürü çerçevesinde Arapça-Farsça dil sayrılığına (hastalığına) kapılanlar, Türkçeyi öldürüp terk edilen Osmanlıcayı hortlatmak için çaba harcamaktadırlar. (Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, 1986), (N. Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan Yayınları, 1976)
Ezanın Türkçeden Arapçaya döndürülmesi de yine bu zihniyetin ürünü olmuştur. Tam da bu nokta da Atatürk’ün şu sözlerini anımsatmak yararlı olacaktır : “Ben, Türkçe ezanla din değil dil üzerine eğilmek istiyorum. İnanıyorum ki Türk, ezanı ve Kuran’ı kendi anadiliyle okursa daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve bilinçle kavramış olacaktır.”
Türklerin Türkçe Tapınmaya (İbadet Etmeye) Hakkı Yok mu?
“Arapça dışında bir dille ibadet yapılamaz, kafirliktir!” demek, “Müslüman olmak ve Allah’a ibadet etmek için önce Arap olmak gerek!” demekle eşanlamlıdır. Bu, çok ağır bir kültür emperyalizmidir. Bunu yüzyıllardır kendimize uyguladık. Bu bizi perişan etti. Dinimizi de gerçekleri de öğrenemedik; dilimiz ölümden döndü. Koca bir kitle, Kuran-ı Kerim’in deyimiyle “Allah ile aldatıldı.” Kuran-ı Kerim, “Allah ile aldatılmayın.” diyor. Bunun göstergesi de bize kendi dilimizde Tanrı’ya tapınmak (ibadet etmek) hakkının verilmemiş olmasıdır.
Kalıplaşmış olarak söylenegelen “Türkiye’nin %99’u Müslüman’dır.” sözünü duyduğumda hep şunu düşünürüm. Evet, Müslüman’ız ama inandığı dinin kutsal kitabını bilmeyen, Arapçasını hiç anlamadan dinleyip kafa sallayan, Türkçesinden okumayı kafirlik saydığımız için İslam’ın ana kaynağı, Tanrı’nın kutsal sözü olan, “Oku” buyruğuyla başlayan, sözcük anlamı olarak da “Okuma Kitabı” olan Kuran-ı Kerim’in içeriğini, anlamını bilmeyen Müslümanlarız. Bizi bu duruma düşürmek isteyenlerin yaptıkları hem İslam dini hem de Türk Dili açısından çok büyük bir zalimliktir.
Misyonerliğe yobazlık yol vermektedir :
Bu zalimlik, Hıristiyan misyonerliğinin beslendiği en büyük kaynaktır. Dünyada Müslüman insan sayısının Hıristiyanlara göre çok daha az olmasının da nedenidir.
Arapça yokuşundan yorulmuş Türklere, milyonlarca “Türkçe İncil” dağıtılmakta ve ülkemiz hızla Hıristiyanlaştırılmaktadır. (İstanbul, Ankara ve İzmir’de ev kiliselerin sayısı on binlerle ifade edilir bir sayıya ulaşmış ve bu misyonerlik çalışmaları küçük kentlere de sıçramış bulunmaktadır. Buradan da taşraya dek ineceğini görmek için kahin olmaya gerek yoktur.) Herhangi bir insan kendi istek ve iradesiyle Hıristiyan olabilir, başka bir dine bağlanabilir; Tanrı tanımaz (ateist) olabilir ya da dinlere değil yalnızca Tanrı’ya inanabilir. Bir insanın kuşkusuz ki buna da hakkı vardır. Ancak misyonerlik çalışmalarıyla, toplu ve sistemli bir biçimde ve yurdumuzu işgal amaçlarına da bulaşmış bir Hıristiyan yayılmacılığına, tıpkı Arap emperyalizmine karşı çıktığımız gibi, karşı çıkmak bir Türk ve Müslüman olarak bizim boyunborcumuzdur.
Türklerin, kendi anadilleriyle ibadet görkemini İslam dininde de yaşamaya kesinlikle hakları vardır.
İslam’da Ruhbanlık Yoktur :
Deniliyor ki “Efendim, Kuran’ı mealinden okusak bile anlayamayız. O yüce bir kitaptır. Onu anlamak için tefsir bilmek lazımdır, fıkıh bilmek lazımdır, kelam bilmek lazımdır. Lazımdır da lazımdır.” Elbetteki Kuran yüce bir kitaptır. Ancak, kuşkusuz ki, her şeyi bilen Tanrı bu kutsal kitabı anlamamamız için değil anlayabilirliğimizi de düşünerek yeryüzüne göndermiştir. Kaldı ki her işin bir uzmanı vardır. Bu da doğaldır. Bu uzmanlar da ek bilgilerle zenginleştirdikleri Kuran Açıklamaları’yla (meallerle) bizlere gereken bilgileri vermektedirler. Yeter ki bu dinbilimciler “yobaz” olmasın. “Kuran- Kerim’i anlamak için şunu bunu bilmek lazımdır.” demek işi yokuşa sürüp insanları Kuran okumaktan uzaklaştırmak, kimi yozdinselci hacı, hocaların (gerçek dindar, içten hacı ve hocalar bambaşkadır; eli öpülesi insanlardır) insanları “Allah ile aldatarak” kendilerine muhtaç bırakmaları ve bu işten, para kazanmalarını (tahminlerin çok çok üzerinde bir rant alanıdır) sağlamak amaçlıdır. İslam ve Kuran-ı Kerim tektir. Ancak İslam’ın ve Kuran-ı Kerim’in yüzlerce değişik algılanışı ve yorumu vardır. Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Suriye, Afganistan örneklerini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla ortadaki sorun, İslam ve Kuran’ın algılanışı ve yorumlanışıdır. Bu algılama ve yorumlamalar gerçek, içten, aydın dinbilimcilerce ortaya konmalıdır. Yobazca anlayışların İslam dünyasını nasıl perişan ettiğini, günümüz dünyasında halkı Müslüman olan ülkelere bakınca görmekteyiz. Türkiye’miz bu konuda, çok şükür, hâlâ en ileri düzeydedir. Bunu koruyup geliştirmek, yobazlara fırsat vermemek, her kesimden yurtsever Türk aydınının boyun borcudur.
Müslümanlık eşittir Türklüktür demek gaflettir, cehalettir :
Müslümanlık bir dinin, Türklük bir ulusluğun (milliyetin) adıdır. Bu iki kavramı böylesine birbirine karıştırmak, yeryüzündeki Müslüman olmayan Türkleri (Gagavuzlar, Uygurlar, Karayimler) yok saymaktır. (Üstüne üstlük ülkemizdeki bazı yobazlar bırakınız Müslüman olmayanları yok saymayı ülkemiz insanının Müslümanlığını beğenmemekte, kendi anlayışları dışındakileri kafir saymaktadırlar. Onların İslam adını alet ederek uyguladıkları bu yaklaşım doğrudan doğruya İslam’a terstir. Çünkü bir insanın dinli mi, dinsiz mi olduğuna, ona verilecek günah ya da sevaplara yalnızca ve yalnızca Tanrı’nın karar verebileceği; bu tür yaklaşımların “Allah’a şirk koşmak” [Tanrı’ya ortaklık etmek, kendini Tanrı yerine koymak] olduğu ve bağışlanmayacak günahlar arasında olduğu Kuran-ı Kerim’de yazılıdır. Kaldı ki böylesi tavırlar, ayrıca “kul hakkı yemek” anlamına da gelmektedir. Özellikle de baş hedefleri ulu önder Atatürk’ümüz olmaktadır. Atatürk’ümüz de Tanrı’nın bir kulu olduğuna göre, bunlara sormak gerektir ki “Bre ey gafiller! Yarın ötedünyada (ahirette) Atatürk’ün kul hakkını yediğiniz için ondan helallik istemek zorunda kalmayacak mısınız?”
Din konusunu yobazca kurcalamak; (bilimsel değerlendirme yapmak başka şeydir, kurcalamak başka şey), yobazlığı bütün yön ve yansımalarıyla sürdürmeye çalışmak, en başta kendinizi ve bu yüce ulusu zehirlemek, Türk Dili’ne, Türk kültürüne ve dolayısıyla Türklüğe çok büyük, onulması çok zor zararlar vermekte, Türklük bilincinde kanayan yaralar açmaktadır. Oysa dünyada yüreği Türklük için çarpan; inanan, inanmayan Müslüman olan olmayan, şu mezhepten, bu mezhepten çok sayıda Türk vardır. Bu konuda unutulmamalıdır ki yurdun ve dünyanın bambaşka yerlerine yayılan Türk ulusu, birbirinden çok farklı kültürel etki ve iklimler altındadır. Dünya Türklerini, Türkiye Türklerini bölmenin kimlere, hangi yararları sağlayacağını ve sonuçta, geçmişte olduğu gibi, başımıza neler geleceğini anlatmaya gerek yoktur sanırım.
-2-
Tanrı ve Allah Sözcükleri Üzerine
“Mitolojik tanrı” söylemi yanlıştır :
İlah, “Yer tanrısı, gök tanrısı, güneş tanrısı” vb.. gibi örnekler Tanrı sözcüğünü ilah anlamına düşürmek ve her alanda olduğu gibi dinsel terimlerde de Arapçayı egemen kılmak isteyen anlayışça yapılan bu davranış, dilbilimsel açıdan da yanlıştır. Çünkü Türkçede, ilah anlamında “Kuday”; ilahe anlamındaysa “Umay” sözcükleri vardır. Son dönemlerdeki “mitolojik tanrı” yanlış kullanımı dışında Tanrı sözcüğü hiçbir zaman ilah anlamında kullanılmamıştır. Üstelik dilbilimsel açıdan İslam’daki “Allah” kavramını, İbranice kökenli Allah sözcüğünden çok daha doğru bir biçimde anlatmaktadır. Ayrıca dinsel terimlerin Arapçadan alınmış olması, gizli ancak üzerimizde çok etkin Arap milliyetçiliğinin yansımalarından biridir.
Dinsel terimler konusunda, biz Türkler, bu terimlerin Arapçasını benimserken yine Müslüman olan Farslar (İran) bunlara kendi dillerinden karşılıklar türetmişlerdir. Farsça Rab denildiğinde (ki Farsların da ateşe taparlık geçmişi vardır) tepki göstermeyenler Tanrı denildiğinde bas bas bağırmayı üstelik “Tanrı derseniz cehennemlik olursunuz.” diye beyin yıkamayı sürdürmektedirler. (Yaradan denildiğinde de şimdilik sesini çıkarmayan bu insanlar Tanrı sözcüğünü öldürmeyi başarırlarsa bu sözcüğe de saldırmaya başlayacaklardır.)
Bütün dillerde olduğu gibi, İngilizce’de de Allah sözcüğü, yalnızca İngiliz ya da Amerikan kökenli Müslümanların çok küçük bir kesiminde kullanılmakta ve çevirilerde “Allah” değil “God” biçiminde geçmektedir. Tarih boyunca yazılmış bütün İngilizce metinlere ya da herhangi bir metne, günlük bir gazeteye bile, bakılırsa bunun böyle olduğu çok rahat görülür.
Bu bağlamda Arapça ” La ilahe illa Allah” sözünün Türkçeye “Allah’tan başka tanrı yoktur.” biçiminde çevrilmesi büyük bir bilimsel yanılgı ve Türkçeyi haince kıyım çabalarına destek vermek olur. Böyle çevrilmesi önerisi, Türkçe sözcüğü ikincil yaparken Arapçasını kutsuyor. “Tanrı’dan başka ilah yoktur.” çevirisiyse Türkçe sözcüğü birinci önceliğe almaktadır ve böyle çevrilmelidir. Asıl böyle olursa sözcükler gerçek anlamlarında ve yerli yerinde kullanılmış olur. Çünkü Tanrı sözcüğü en eski Türkçe döneminden beri sıfat değil özel addır ve tek bir kavramı karşılamaktadır.
Tanrı sözcüğü Türklerde, her zaman, tek bir kavramı karşılamıştır. Türkler tek bir “Yaradan”a inanmıştır. Oysa “Allah” sözcüğünün kökenbilimsel (etimolojik) anlamı “ilahların ilahı, en büyük ilah” olup İslam yeryüzüne inmeden önceki Arapçada var olan ve o dönemdeki el yapımı en büyük put için kullanılan bir sözcüktür. Allah sözcüğünün bugünkü İslam anlayışındaki kavrama gelmesi İslam’ın gelmesinden sonra, zaman içinde, olmuştur. Kaldı ki, çağdaş Arapça’da bile, Allah sözcüğünün yan anlamlarından birinin put olarak kullanıldığı metinlere rastlamak olanaklıdır.
Bizi kavram kargaşasına götüren de Türkçe’yi önemsemeyip Arapçasını, Farsçasını ve son dönemde de batı kaynaklısını yeğliyor olmamızdır.
Allah sözcüğünün kökenbilimsel (etimolojik) değerlendirmesi :
Allah sözcüğünün en eski izlerine, Arapça’nın ortaya çıkışından çok önce, eski Mezopotamya dillerinde “ili” olarak, İbranicede “ilah” olarak rastlanmaktadır. Yeryüzünde Arapça oluşmaya başlarken ilah sözcüğü İbraniceden aynen alınmış ve bu kökten Arapça türetme kurallarına göre bir de Allah sözcüğü türetilmiştir. İlk başlarda da ilahların ilahı, putların en büyüğü anlamında çok uzun süre Arapçada kullanılmış İslam’ın gelmesiyle zamanla ve yavaş yavaş bugünkü İslam kavramını içeren tekil anlamına ulaşmıştır. Bu gelişim süreci Arapça kökenbilim kaynaklarında da açıkça belirtilmektedir.
Tanrı’nın 99 adı (Esmaül Hüsna – Güzel Adlar) konusuna da bakarsak Türkçede, Türklerin Müslüman olmalarıyla birlikte Tanrı’nın pek çok niteliğini belirten adlar da kullanılmıştır. Birkaç örnek verecek olursak “Ogan , Çalap, Bayat, İgdegen” nitelemeleri bu türdendir. Ancak Arapçanın etkisiyle bütün bu kavramlar yok olmuş, elimizde kala kala bir tek Tanrı sözcüğü kalmıştır ve şimdi o da yok edilmek istenmektedir.
Tanrı sözcüğü, İslam Kapsamındaki “Allah” Anlamındadır :
Ayrıca, “Tanrı, ilah sözcüğünün karşılığıdır. Allah başkadır.” görüşü ve Tanrı sözcüğünün yanlış olarak mitolojik ilah anlamında kullanılması çabaları bile Tanrı sözcüğünün anlamını sarsamamıştır. T.D.K’nin Türkçe Sözlük’ünde Tanrı sözcüğüne iki karşılık gösterilmekte; birincisi Allah, ikinci ilah olarak geçmektedir. (1988, s. 1414 & 1915)
Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ünde de durum aynıdır. (1998, s. 48 & 1280)
Tarihsel Türk sözlüklerinde de böyledir ve Tanrı sözcüğü bütün sözlüklerde büyük harfle başlatılarak yazılmıştır. Birilerinin yanlış olarak söylediği gibi “cins ismi” daha doğrusu sıfat değil özel addır. Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türki’sinin Allah maddesinde (cilt 1, sayfa 429) şöyle yazılıdır : “Halik-i kainat olan vücud-ı mutlak, (Evreni yaratan tek varlık), Tanrı, Rab, Mevla, Hüda, İzid.” Görüldüğü üzere burada da Allah sözcüğünün karşılığı Tanrı’dır.
“Tanrı misafiri” deyiminde de aynı anlama rastlanır. Bir felsefe terimi olan “Tanrı kayrası“, “Tanrı’nın dünya işlerinde beliren iyilik ve bilgeliği” anlamındadır. (TDK Türkçe Sözlük, 1988, s. 1415)
Tanrı sözcüğü Sümercede (Sümerler %100 Türk’tür) “Dingir” olarak ve yine bugünkü anlamıyla geçer. (Sümer ve Türk Dillerinin Tarihsel İlgisiyle Türk Dili’nin Yaşı Meselesi, Osman Nedim Tuna, 1990, s. 21)
Şeyhülislam Esat Mehmet Efendi’nin 1732’de yazdığı Lehçetül Lügat adlı sözlükte de “Tanrı”, yine “Allah” anlamındadır.
Hüseyin Kazım Kadri’nin “Türk Lügati”nde yine aynı durum vardır. Bir de “Tanrı buldamcısı olsun.” deyimi vardır ki buldamcı, yardımcı demektir. (Cilt 2, s. 114)
Bu sözlükte ayrıca, “Besmele”nin Kazak Türkçesi çevirisi de vardır ve bu çeviri “İsragüçi, bağışlayıcı Tanrı adıyle başlimen.” biçimindedir. Türkiye Türkçesinde bulunmayan isragüçi sözcüğünün köküyse İbn-i Mühenna Lügatı’nda (s. 34) isremek, gözetmek anlamında gösterilmiştir. Buna göre isragüçi, gözetici demektir. Arapçadaki “rahman” ve “rahim” sözcükleri nasıl aynı kökten geliyorsa Türkçedeki “isragüçi” ve “esirgeyen” sözcükleri de aynı kökten gelmektedir.
Tanrı sözcüğünün Allah anlamında olduğuna çeşitli bilimsel örnekler birkaçı şöyle sıralanabilir :
1) Dilbilimci Abdülbaki Gölpınarlı “Kuran-ı Kerim ve Meali” adlı yapıtının (1955) “Açıklama” bölümünde Tanrı sözcüğünü Allah anlamına gelmek üzere çokça kullanmaktadır.
2) Dinbilimci Prof. İbrahim Agah Çubukçu, “Denemeler” (1990, s. 52-53) adlı betiğinin (kitabının) “Dünya ve Ötesi” başlıklı yazısında iki kez Allah, on üç kez Tanrı demiş ve her iki sözcüğü de aynı anlamda kullanmıştır.
3) Mustafa Ergül Kağan’ın “Abdülkadir Geylani” adlı betiği (kitabı), şu iki dizeyle bitmektedir :
“Elif, Allah’ın kanı, “Be” Bağdat’tır makamı
Te, Tanrı’nın kulu arslanı, Abdülkadir Geylani.” Burada da Tanrı sözcüğü, Allah anlamındadır.
4) İslam tasavvufunun en önemli temsilcilerinden Fuzuli’nin şu dizeleri anımsanmaya değer :
“Subh ü şam ol kıble-i ebru beraberdir bana
Ey Fuzuli, Tanrı gözden saklasın ikbalini.” (H. Kazım Kadri, Türk Lügati, Cilt 1, s. 682)
5) Ali İlmi Fani’nin Hatay’ın kurtuluşundan söz eden “Akif’e” başlıklı şiirinin son iki dizesi şöyledir :
“Son Türk köyü kalsa da düşmanda sömürge
Emreyledi kurtarmasını Tanrı Atatürk’e.” (Ali Rıza Önder, Hatay’dan Sesleniş, Yeni Erciyes Dergisi, Haziran 1995)
6) Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir dörtlüğündeyse yine Tanrı sözcüğü Allah anlamındadır :
“Gitti gelmez bahar yeli
Şarkılar yarıda kaldı
Bütün bahçeler kilitli
Anahtar Tanrı’da kaldı.”
7) İkinci Abdülhamit zamanında basılan “Müslüman Nefer” adlı ve ordudaki erlere dinbilgisi vermeyi amaçlayan betikte (kitapta) da şunlar yazılıdır :
“İmanın ikinci şartı melaikelere inanmaktır diyor idik; o nasıldır? Cevap Tanrı Taala Hazretlerinin melaikeleri, yani feriştahları vardır.” (Dördüncü Ders, s. 15)
Aynı biçimde “Tanrı Taala” sözü kitap boyunca 21, 27, 39, 41, ve 73. sayfalarda olmak üzere 5 kez daha geçmektedir. Aynı kitabın 72. ve 73. sayfalarında şöyle bir cümle okunmaktadır :
“İşbu dua ve niyazın mutlaka Arapça olması şart değildir. Herkes kendi lisanı üzere dilinin döndüğü kadar dua edebilir.”
Kafirlik kavramına ilişkin bölümdeyse “Kafir olur, demek dinden çıkar, demektir. Bir adem (kişi) dininden çıkarsa evvela nikahı kalmaz. Helali ile ettiği cima (cinsel birleşme) zina olur. Çocuğu dünyaya gelirse piç olur. Şeran onun katli vacip olur.” (s. 41-42) denmektedir. Dinden çıkanların öldürülmesini öğütleyen bu anlayış bile Tanrı sözcüğünü Allah anlamında kullanmakta bir sakınca görmemiştir. Günümüz “yozdinselcileri”yse (gerçek Müslüman, içten dindar bambaşkadır; eli öpülesi insandır) “Tanrı lafını kullanan cehennemlik olur.” zırvalarını sürdürüyorlar.
8) Atatürk’ün isteğiyle ezan Türkçeleştirilirken de çeviri şöyle yapılmıştır :
“Allah uludur, Tanrı uludur
Şüphesiz bilir, bildirir
Tanrı’dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilir, bildirir
Tanrı’nın elçisidir Muhammet.”
Görüldüğü üzere burada da Tanrı sözcüğü Allah anlamında kullanılmıştır.
Bu örneklerin sayısı kolayca artırılabilir. Tanrı sözcüğü Allah sözcüğünü karşılamıyor, karşılamaz iddialarının bilimsel bakımdan boş, Arap milliyetçiliği ve yozdinselcilik açısından dopdoludur.
Sonuç :
Türk, Türkçe konuşmalıdır. Konu aslında bu kadar yalındır.
“Türk demek dil demektir. Ulus olmanın en belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk ulusundanım diyen insanlar her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Konuşmayanlarda kötü niyet aranmalıdır.”
(K. ATATÜRK)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.