Anı Örneği
SÜLEYMAN NAZİF
Meşrutiyet’in ilanından beri, bana sık sık yatı misafirliğine gelen Sahabettin Süleyman, bir akşam, her vakit ki telaşlı ve heyecanlı haliyle üzerime yürürcesine “Erken yemek yiyelim, Süleyman Nazif i ziyarete gideceğiz.” demişti. Sahabettin Süleyman’ın bir büyük müjde gibi verdiği bu haber, doğrusunu söylemek lazım gelirse bende ne bir sevinç, ne bir ilgi uyandırmıştı.
O zamanlar, bence Süleyman Nazif, istibdat devrinde Edebiyat-ı Cedide şairleri arasında İbrahim Cehdi diye takma bir adla orta değerde birtakım şiirler yazmış olan, Meşrutiyet’ten sonra da Ebuzziya’nın (Ebuzziya Tevfik’in) yeniden çıkarmaya başladığı “Tasvir-i Efkâr” gazetesinin baş sütununda kendi adıyla makaleler yazmakta bulunan bir kalem sahibiydi.
Gerçi, bu makalelerin birçok gazete okurunda derin bir hayranlık uyandırdığını biliyordum. Ama ben, o sıralarda edebi ve felsefi yazılardan başka bir şey okumadığım için bu hayranlığın ne derece yerinde olduğunu ayırt edebilecek bir durumda değildim. Nitekim, bir vakitler, hikâyelerinden, romanlarından ve edebî tenkitlerinden büyük bir zevk duyduğum Hüseyin Cahit, işi siyasi gazeteciliğe döktükten sonra gözümden düşmüş, “Tanin“deki başyazılarının, ikide bir, ortalığı neden velveleye verdiğini anlamak merakıyla da olsa, bunlardan bir satır okumak külfetine katlanmamış bulunuyordum.
Fakat, Sahabettin Süleyman her iki yazar hakkındaki telakkilerime asla katılmıyordu. Onca, hele Süleyman Nazif, devrinin en büyük nâsiri (düz yazı ustası) idi ve tonunda Namık Kemal‘i andıran bir ihtişam vardı. Yine Şahabettin’e göre, Süleyman Nazif yalnız ifade tarzı bakımından değil hayattaki feveranları bakımından da vatan ve hürriyet şairine benzetilebilirdi. Onun da gençliği öbürününki gibi Abdülhamit istibdadına karşı siyasi mücadelelerle geçmişti.
Arkadaşım bana bunları söyleyerek Moda‘nın dar sokaklarından birinde iki katlı bir küçük evin önünde durdu. Kapıyı çaldı. Mintanlı bir uşak bizi içeriye aldı ve üstadın bulunduğu odaya götürdü. Üstat, ufacık bir masa başında, abajurlu bir gaz lambasının ışığında bir saz kalemle yazı yazıyordu. Bizi görünce cızır cızır işleyen kalemini mürekkep hokkasının içine bırakarak ayağa kalktı. Bu, uzunca boylu, geniş omuzlu, kapkara sakallı ve gözleri kor gibi parlayan yağız bir adamdı.
Kılık kıyafeti bakımından ise tam manasıyla bir Osmanlı devlet adamının resmiliğini taşıyordu. Fesi, kaşlarının üstüne doğru eğik ve redingotunun düğmeleri yukarıdan aşağıya sımsıkı ilikliydi. Bu; hâli karşısında onunla elimi uzatarak mı yoksa kandilli bir temenna (öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam) savurarak mı selamlaşacaktım, bilememiş, şaşırıp kalmıştım.
Fakat Süleyman Nazif Bey, hafifçe dışarıya fırlak iki ön dişini gösteren bir tebessümle gülümseyerek ellerimizi sıkıp tekrar yerine oturduktan ve bizimle bir meslektaş gibi konuşmaya başladıktan sonra her şey değişti; ortada yalnız, vakit vakit üzerimizde gezdirdiği dik bakışlarının dokunaklı tesirinden başka bir şey kalmadı.
Sözleri nükteler ve cinaslarla doluydu ve hafif bir Diyarbakır şivesi bu sözlere baharatlı bir tat katıyordu. Hep o söylüyor ve biz dinliyorduk. Bu sırada, nasıl oldu bilmiyorum, Sahabettin Süleyman, bir Namık Kemal bahsidir açıvermişti. Sanırım, “Ne yazık Namık Kemal, yolunda o kadar mücadele ettiği hürriyet ve Meşrutiyet devrine erişemedi!” demek istemişti.
Bunun üzerine, Süleyman Nazif in, o insanı ısıracakmtş gibi dışarıya fırlak dişleriyle gülümseyerek şöyle söylediğini hatırlıyorum: “İyi ki erişemedi. Aksi takdirde, Abdülhamid’e takdim ettiği arîzaların (mektupların) meydana çıkarılışı karşısında çok müşkül bir vaziyete düşerdi.” Bu sözlerine şunu da ilave etmişti: “Hem, merhum Kemal Bey pek de şuurlu bir Meşrutiyet taraftarı değildi.
Mithat Paşa’ya yazdığı bir mektubu, bugün (Mithat Paşa’nın) oğlu Ali Haydar Bey’in elindeki tarihî vesaik (belgeler) arasındadır. Merhum bu mektubunda der ki: “Eğer, Meşrutiyet dediğiniz idare şekli zerre-tümâ (zerre kadar) şeriata mugayir (aykırı) ise ben bu davaya katiyen iştirak edemem.”
Sahabettin Süleyman’la ben dona kalmıştık. Hele Sahabettin adeta aptallaşmıştı. Üstattan ayrılıp eve dönerken yolda ikide bir şöyle söyleniyordu: “Sanki vücudumdan bir parça kopmuş gibi geliyor bana*!” Bir genç adam, hayatında ilk defa uğradığı hayal kırıklığını bundan daha iyi ifade edemezdi. Sahabettin Süleyman’ın o andaki hayal kırıklığı ise iki kattı. Zira hem Namık Kemal hem onun benzeri Süleyman Nazif, birdenbire gözünden düşmüş, her ikisi hakkında ne düşüneceğini şaşırıp kalmıştı.
Bana gelince, ben, yalnız, biraz önce gördüğümüz adamın kişiliğinden sızan gizli bir kuvvetin tesiri altındaydım. Bu kuvvet, diyebilirim ki onun keskin zekâsından olduğu kadar fizik özelliklerinden, bakışlarından, gülümseyişlerinden, susuşlarından da geliyordu ve nedendir bilmiyorum, onu, bu halleriyle “Tanzimat efendisi” kıyafetine rağmen hayalimdeki Asur hükümdarı Buhtulnasr’a benzetiyordum.
Her ne hâl ise… İşte ben o geceden sonra Tasvir-i Efkâr gazetesinin başyazılarını büyük bir dikkatle ve devamlı bir surette okumaya başlamıştım. Her okuyuşumda, Süleyman Nazif benim gözümde Osmanlıca nesrini en son kemal mertebesine çıkaran ve bu nesre yeni bir soluk getiren bir edip olarak yükseldikçe yükseliyordu.
Bir akşamüstü, her üçümüz (Yakup Kadri Karaosmanoğlu Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi Hisar) Lebon’da oturmuş, konuşmaktaydık. Bir aralık Abdülhak Şinasi’nin Galatasaray Lisesinde okuyan küçük kardeşi bir şey almak için pastahaneden içeri girmişti ve bizim önümüzden selam vererek geçerken ağabeyi ona: “Geliniz, sizi Süleyman Nazif Beyefendi’ye takdim edeyim.” demişti.
Bunun üzerine üstat şaşkın bir adam tavrıyla Abdülhak Şinasi’ye dönüp şu sözü söylemişti: “Azizim Şinasi Bey! Sizin ağzınızdan hiç ‘sen’ hitabı çıktığı vaki değil midir? Görüyorum, küçük kardeşinize bile ‘siz’ diye hitap ediyorsunuz.” Biraz durduktan sonra gülerek ilave etmişti: “Kuzum! Siz Paris’te bulunduğunuz zaman Sen nehrine de Siz nehri mi derdiniz?”
Başka bir gün, Büyükada’da yine bir çay masası başında, Süleyman Nazif’in, rahmetli arkadaşımın vehim derecesine varan temizlik merakıyla şöyle alay ettiğini hatırlıyorum: Abdülhak Şinasi, çay takımlarını önüne koyan garsona: “Fincanı, kaşığı kaynar suyla iyice yıkadınız mı?” diye sorup da garson “Evet!” cevabını verince üstat hemen atılmış, gayet ciddi bir tavırla: “Suyu da yıkadın mı oğlum?” demişti. Garson, şaşkın şaşkın bakıyor; biz, gülmekten kırılıyorduk. Buluttan nem kapar bildiğimiz Abdülhak Şinasi ise kendisini oldukça gülünç bir duruma düşüren bu alay çelmesinden hiç de incinmiş görünmüyordu.
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.